Bir Garip Kovalamaca: Baideng Savaşı

Bir Garip Kovalamaca: Baideng Savaşı

Milattan 2 asır önce Orta Asya bozkırlarında sert bir rüzgar tozu dumana katarken bölgenin güçlü devletlerinden Çin’in kasvetli sarayında en az bozkırda esen rüzgar kadar sert ve bir o kadar gergin bir düşünce Çin imparatoru Gao Zu’nun aklını kurcalıyordu. Bu çetin düşüncenin sebebi kuzeyde beliren hafif çekik gözlü, yıldırımdan hızlı at süren, çakından hızlı ok atan kavimlerin bir devlet olup Çin diyarlarına akınlar yapıp topraklar almasıydı. Ve şimdi bu topluluğun başlarında ileride başlarına daha çok bela olacak bir budunun atası, dünya ordularının temelini atan, bileği çelikten sağlam, usu güneşten parlak olan Mete vardı. Mete’nin başındaki budunsa nice dizlilere diz çöktüren nice boylulara boyun eğdiren Türklerdi.

Ülkesinde meydana gelen iç karışıkların sonunda tahta çıkmış ve tahta oturmasıyla Türkleri tepesinde bulan Çin imparatoru aklındaki düşüncelerden sıyrılıp yeni bir ordu kurmaya karar verdi. Çünkü adeta bir savaş makinesi olan Türklere karşı köhne Çin ordusuyla harp etmek intihardan farksızdı. Bu karar sonucunda kalabalık Çin ülkesindeki siviller hızlandırılmış bir askeri eğitimden geçirilip orduya alınmaya başlandılar. Çocukluklarından itibaren hafif ok eğitimleri alan Çinliler hızlandırılmış askeri eğitimleri bittikten sonra da yakın muharebe için genellikle gun, qiang (mızrak) ve jian (kılıç) ile birlikte dört geleneksel silahtan biri olarak düşünülen ve tüm silahların generali olarak kabul edilen “dao” adlı tek kenarlı Çin kılıcını kullanmaya hak kazanırlardı. 

Dao kılıcı

Bu eğitimden sonra Gao Zu yeniden eğittiğini düşündüğü ordusunun Türklere karşı koymak için hazır olduklarına karar verdi ve savaş hazırlıklarına başladı. Eskiden bir isyancı lideri olan Gao Zu ihanetin ne kadar güçlü bir düşman olduğunu biliyor ve savaşta arkasından vurulmamak için derebeylerinin sadakatini güvenceye almış ve bölgedeki en stratejik yer sayılabilecek Mai kalesine akrabası olan Han Xin’i getirmişti. 

MAİ KALESİ

Mete Han ise bu bölgenin çok stratejik olduğunu ve orayı elinde tutanın avantajlı olacağını bildiğinden Han Xin’e defalarca ulaklar yollamış ve kendisine katılmasını istediğini iletmişti. Han Xin, imparatorluğa ve imparatora bağlı olduğunu söyleyince Mete şimşekten hızlı atına binmiş, değdiği yeri ikiye ayıran kılıcını kuşanmış bir şekilde her biri birbirinden gözü pek birbirinden cengaver çerileriyle Mai kalesine doğru fırtınalar gibi at salıyor; tozu dumana katarak önüne çıkanı ezerek ilerliyordu. İmparator Gao Zu bu ilerleyişi haber almış ama pek önemsememişti. Ona göre bu sıradan bir yağma da olabilirdi. Ordusunu bir yağmayı savunmak için yaklaşık 1 aylık sürecek meşakkatli bir yolculukla yormak istemeyen Gao Zu, Mete’nin aklından geçeni tam olarak öğrendikten sonrayı harekete geçmeyi uygun gördü ve Türklerle ilgilenmeleri için sınır derebeylerine ve akrabası olan Mai Kalesi komutanı Han Xin’e talimat verdi.

Çin’in başkentinde bunlar yaşanırken bozkırın gördüğü en zeki ve en iyi savaşçılardan olan Mete, yıldırımcasına at salmaya devam ediyordu. Mete’nin öfkesinin hışmına uğrayan ilk hedef Sarı Irmak’ın kuzeyindeki Çin derebeyleri oldu. Mete ve yiğit çerileri bu bölgelerdeki Çin yağısını gök ekini biçercesine kılıçtan geçirmiş ve toprakları kolaylıkla fethetmişlerdi. Mete bu hamleden sonra ordusunu bölerek farklı istikametlere doğru ilerlemelerini emretmiş ve bu emir sonrasında bölgeye hakim olmuş toprakları almıştı. Bölgeye hakim olduktan sonra bu hakimiyetin kalıcılığını sağlamak için stratejik bir kaleye sahip olması gerektiğini bilen Mete; daha önce kendilerine katılması için ulak gönderdiği, komutanlığını Çin imparatoru Gao Zu’nun akrabası olan Han Xin’in yaptığı Mai kalesine doğru çerilerini tekrar toplayıp bozkırda esen rüzgardan daha hızlı at sürüyordu.

Çerileriyle Mai Kalesi’ne varan Mete, kaleyi muhasara altına almış ve Komutan Han Xin’e son bir ikazda daha bulunmuş ve kaleyi kendilerine teslim etmesini istemişti. Han Xin’se bu son ikazı da reddederek kaleyi savunacağını Mete’nin ulaklarına bildirmişti. Mete ise haberin gelmesini beklerken kaleye gelebilecek yardımların önüne geçebilmek için çerilerini dört bir yana salmış, yolları tutturmuştu.

Bozkırın efendisi Mete’den korkan ve yardım almazsa yok olacağını bilen Han Xin bu durumu İmparator Gao Zu’ya bildirmiş ve yardım istemiş, aksi halde teslim olacağını da eklemişti. Kuşatma haberini alan imparator, Mete’nin basit bir yağma için topraklarına gelmediğini anlamış ve ordusuna toplanma emri vermişti. Gao Zu Mete’nin üzerine 320.000 kişilik orduyla kendinden emin bir şekilde gidiyordu. Gao Zu’nun öfkesi sadece Hunlara değildi. Akrabası Han Xin Çin kültüründe büyük bir suç olan teslim olmadan bahsetmiş ve bu durum imparatoru fevkalade sinirlendirmişti. Han Xin’e savaşın sonucu ne olursa olsun onu idam edeceğini iletmişti. İmparatorundan bu haberi alan Han Xin çok büyük bir çıkmaza girmişti. Bir yanda üzerlerine yıldırımcasına çöken Mete ve çerileri bir yanda imparator Gao Zu’nun arasında kalmış ve her durumda öleceğine kanaat getirmişti. Ama ölmeye hiç de meraklı olmayan Han Xin, Mete’nin huzuruna varıp kaleyi teslim etmişti.

KÖŞE KAPMACA

Bu gelişmelerden sonra kalenin hakimi olan Mete ordularını bölmüş, bir kısmını yağma için civara salmış, bir kısmını da Gao Zu ve ordusunun yerini tespit edebilmek için keşif birliği olarak güneye doğru göndermişti. Keşif birliği şimşek kadar hızlı bozkır kadar sert at sürerek Gao Zu’nun öncü askerleriyle karşılaşmışlardı. İki keşif birliği arasında bir çarpışma kaçınılmazken Çin öncüleri birden teker teker düşmeye başlamıştı. Hunlar öylesine hızlı ok atıyorlardı ki her göz açıp kapamada bir Çinli atından yuvarlanıyordu. Çinliler kalabalık, Hunlar azdı. Hunlar Çinlilere ok ata ata çekilmişler ve Türk ordusuna tekrar katılmak için tekrardan at salmaya başlamışlardı.

Hunlar Çinlilere ok ata ata çekilmişler ve Türk ordusuna tekrar katılmak için tekrardan at salmaya başlamışlardı.
Hunlar Çinlilere ok ata ata çekilmişler ve Türk ordusuna tekrar katılmak için tekrardan at salmaya başlamışlardı.

Geri çekilen Hunları gören Çinliler verdikleri zayiata rağmen sarhoşça Hunları yendiklerini düşünerek onları takibe almaları gerektiklerini imparatorlarına bildirmişlerdi. Gao Zu da Hunlar’ı takip ederek Mete’yi bulabileceğini biliyordu. Ve askerlerini bu delicesine at süren çerilere yetiştirmek için insan üstü bir gayret gösteriyordu. Nihayet Gao Zu başarmış ve Mete’yi bulmuştu. Gao Zu, Mete’yi bulmanın sevincini yaşarken bir anda Mete’nin içinde şimşekler çakan gözlerini gördü. Bu sevinci bir anda silinip gitmişti. Mete atının üzerinde öyle duruyordu ki sanki bütün Çin’i alabilecek gibiydi. 

Gao Zu, gözlerini Mete’den çevirebildiğinde Türklerin çok az sayıda olduklarını fark etmişti. Ve kendine güven gelmişti. Çünkü kendisinin tam 320.000 askeri vardı. Gao Zu ordusunu harp nizamına geçirdi. Gao Zu karşı cepheye baktığındaysa gözlerine inanamamıştı. Her vakit kanlarının son damlasına kadar savaşan hiçbir vakit cenkten geri durmayan Türkler geri çekiliyordu. Sadece Gao Zu değil bütün Çin ordusu şaşkındı. Gao Zu Türkleri takip etmek için askerlerini harp nizamından çıkarıp yürüyüşe geçirmişti. Gao Zu bu işin içinde başka bir işin olduğunu düşünecek kadar zeki bir liderdi. Mete’ye bir elçi göndermişti.

Çin elçisi ordudan hızla ayrılmış ve Türklerin peşine düşmüştü. Hava kararıyor ama elçi hala kasırgacasına at süren Türklere yetişemiyordu. Zaman geçti ve nihayet Çin elçisi canından bezmiş bir şekilde Hun askerlerine Mete’yle görüşmek istediğini bildirmişti. Mete elçiye bir buluşma yeri iletmiş ve kendisini orada beklemesini istemişti. Canından bezmiş Çin elçisi buluşma yerine doğru atını yürütmeye başlamış ve mekana ulaşmıştı. Ormanın içinde kurtlar uluyor, puslu bir hava Çin elçisini korkutuyor ve üşütüyordu.

Mete Han
Mete Han

Çin elçisi birden kendine gelmekte olan birkaç atlı gördüğünde kalbi o kadar hızlı çarpmaya başlamıştı ki bir an oracıkta öleceğini zannetti. Nihayet atlıların siluetleri hayalet gibiyken gözle görünür olmaya başlamıştı. Çin elçisi en önde gelen kişinin heybetini ve içinde hala şimşekler çakan gözleriyle Mete’yi görünce az kalsın kalbine inecekti ki konuşunca dağları inleten gür bir ses korkudan bezmiş olan elçiye ne demek için geldiğini sordu. Elçi sonunda kendisine gelebilmiş ve titreyen sesiyle Çin imparatorunun sözlerini Mete’ye iletmişti.

Elçi bu sözleri okurken öylesine korkuyordu ki sesi bir çocuk gibi ince çıkıyordu. Sanki ses tonuyla kendisini öldürmemesi için Mete’ye yalvarıyordu. Mete hafif bir tebessüm ettikten sonra yavaş yavaş geldiği kişilerle geriye döndü. Çin elçisi korkudan gözlerini kapatmış açtığındaysa kendisinden uzaklaşmakta olanları görünce ferahlamıştı. Çin elçisi tam gidecekti ki dikkatini bir şey çekti. Heybetiyle az kalsın elçinin kalbine indirecek olan Mete’nin aksine yanındaki askerler yaşlı, binekleriyse arıktı. Bu bilgileri de imparatoruna söylemeyi kafasının bir köşesine yazan elçi içindeki korkudan geldiğinden daha hızlı Çin ordusuna doğru at salarken ufuktan yavaş yavaş kayboluyordu.

Bu sırada Çin ordusuyla Hun ordusu Orta Asya’nın uçsuz bucaksız bozkırlarında sanki köşe kapmaca oynuyorlardı. Çinliler Hunları takip ede ede evlerinden uzaklaşıyordu. Onları kuzeye doğru çeken Mete’nin tuzağına adım adım ilerliyordu. Kuzeye ilerledikçe havalar soğuyordu. Yerleşik yaşama ve sıcak iklime alışan Çinliler bu durumdan oldukça fazla etkileniyor ve üşüyorlardı. Hunlardaysa durum farklıydı: Hunlar çocukluklarından itibaren bu havalarda at biner, oyun oynar, av avlarlardı. Ve ekipmanları soğuk hava şartlarına uygundu. Ordusunun yorulmasına ve üşümesine aldırış etmeyen Gao Zu’ysa hazır Hunlar’dan katlarca fazla orduya sahipken onları tamamen bertaraf etmek istiyordu. Savaş makineleri olan kuzeylilerden kurtulmak için ordusuna hala takip emri vermekte ısrar ediyordu. 

Gao Zu’nun bu tavrı devasa Çin ordusu üzerindeki otoritesini azaltsa da askerler emre itaatle mesullerdi. Ve eğer karşı çıkarlarsa infaz edileceklerini biliyorlardı. Bu kovalamaca bir süre daha devam etse de Çinli askerlerin dayanacak ne gücü ne de kuvveti kalmıştı. Soğuktan dolayı silahlarını dahi kullanamayacak hale gelen Çin ordusunda iklimden en fazla etkilenen okçulardı. Parmaklarını kullanamayan askerlerden ok atmaları beklenemezdi. Bunun yanı sıra kalabalık Çin ordusu zaten yavaş ilerliyordu. Bunun üzerine bir de hava koşulları eklenince neredeyse günde anca bir arpa yolu kadar ilerleyebilmeye başladılar. Gao Zu’nun çok kritik bir karar vermesi gerekiyordu. Ya seferi iptal edip ordusuyla eve dönecek ya da orduyu yavaşlatan askerlerini geride bırakacaktı. Gao Zu ikinci seçeneği seçmişti. 320.000 kişilik ordusundan 25.000 süvariyi alıp diğer askerlerini geride bırakmak suretiyle Hunları takibe devam etmeye karar vermişti. Bu karar nihayetinde Hunlara yetişmeleri çok da uzun sürmeyecekti. İki ordu Baideng şehrinin yakınlarında karşılaşmışlardı. Kovalamaca sona ermişti.

HARP

Hunlar ve Çinliler göz gözeydi. İki taraf da birbirini süzerken Gao Zu hiç beklemeden askerlerini savaş düzenine koymaya başladı. O sırada ormanlara Çin ordusunun etrafını saracak bir şekilde saklanan Hun süvarileri Çinlilere doğru savaş naralarıyla at salmaya başlamıştı.

Çin ordusu kapana kısılırken Gao Zu her şeyi anlamıştı. Büyük bir tuzağın içine düştüğünü fark etmişti. Son yaşanan olaylar gözlerinin önünden film şeridi gibi geçmeye başladı. Mete’nin keşif birliği aslında bilerek yenilmişti. Sahte bir geri çekilme yaparak Çin ordusunu artlarına takmışlardı. Gao Zu’nun aklına birden elçinin kendisine ilettiği bilgiler de geldi. Zayıf atlar ve yaşlı askerler… Ama işte üzerlerine kıyamet gibi gelen süvarilerin atları eşkin çerileriyse genç ve cengaverlerdi. Mete buluşma yerine bilerek yaşlı askerler ve arık atlarla gelmişti. Ordusunu zayıf göstererek Çin ordusunu kendisini takip etmesi için şevklendirmişti. Böylece onları kuzeye yani soğuk havaya doğru çekerek yoracak ve çoğu Çinli’yi daha savaşmadan saf dışı bırakmış olacaktı. 

Gao Zu’nun uğradığı hayal kırıklığı tarif edilemezdi. İşte dünya ordularının başbuğu Mete Han güneş kadar parlak zekasıyla bütün bunları icra ederek Çin ordusuna daha harp başlamadan olağanüstü zayiatlar vermeyi başarmıştı. Gao Zu bütün bunları düşünürken yanındaki askerleri teker teker atlarından düşüyor yay ve okları vücutlarının bir parçası gibi kullanan Hunlar, Çinlilerle oyuncak gibi oynuyordu. Sadakta oklar azalmış sıra kılıçlara gelmişti. Hun çerileri öylesine vuruşuyor öylesine kılıç sallıyorlardı ki Çin ordusu hızla eriyordu. Mete ise en önde savaşıyor kılıcını her kaldırıp indirmesiyle bir Çinliyi deviriyor etrafına şimşekler saçıyordu.

Mete, Hun ordusunun hem hanı hem de en yiğit ve en usta silahşörüydü. Kılıçların çarpışmasıyla çıkan kıvılcımlar askerlerin gözlerini kamaştırırken savaşmayı oyun sayan Türkler kendilerini bildiğinden beri savaştıkları Çinlileri bir kez daha toprağa düşürüyordu. Harp, Türkler için bir eğlenceyken Çin askerleri için hiç de öyle söylenemezdi. Çinliler hem psikolojik olarak hem de fiziki olarak büyük bir çöküntü içindeyken bir de kendilerine esen rüzgardan hızlı bir şekilde kılıç sallayan Türklere karşı canlarını savunmaya çalışıyorlardı. Gao Zu’ysa bütün bunlara rağmen hala savaş meydanında Hunları oyalayabileceğini ve gerideki askerlerinin kendisine yetişeceğini düşünüyordu. Ama savaş meydanına bakıldığında durum Çinliler için hiç de parlak değildi. Çinliler Hunlar tarafından gök ekini gibi biçiliyordu. Mete Han hala en önde yiğitçe vuruşuyor ve çerilerini cesaretlendiriyordu.

Çine karşı siyasi üstünlük kurmak isteyen Mete askerlerine imparatoru canlı istediğini ve bu yüzden dikkatli vuruşmalarını söylemişti. Bunu tahmin eden Gao Zu kaçma derdine nihayet düşmüş ve askerlerine yakınlardaki Baideng şehrine kaçmaları için emir vermişti. Çin askerleri öyle kaçıyorlardı ki hallerine gülmemek elde değildi. Ama bu hallerine gülmeyen bir kişi vardı: Mete Han… Türklerin atası Mete Han bu duruma sinirlenmişti çünkü imparator elinden kaçmayı başarmıştı. Mete han da askerlerine vakit kaybetmeden Çinlileri takip etmek için emir vermişti. Kasırga gibi savaşan Hunlar şimdi de fırtınalar gibi Baideng ’e doğru at sürmeye başlamışlardı. Mete ve ordusu kısa sürede Baideng ’i kuşatmıştı.

Bozkırlarda yetişen ve yerleşik mimariden uzak yaşayan Hunlar kuşatmada pek de iyi olmasa da Çinliler erzak bitince er geç dışarı çıkmak zorunda kalacaklardı ve Hunların hiç de acelesi yoktu. Mete Han ordugahını kurmuş ve beklemeye başlamıştı. Kuşatmadaki tek hareketlilik karşılıklı olarak ve sonucunda Çinlilerin birer birer harcandığı oklaşmalardan ibaretken Çinliler için güzel bir gelişme oldu. Baideng ’deki Çinlilerin geride kalan arkadaşları nihayet yetişmişti. Mete han ise elbette tedbirliydi. Şehrin dışına yerleştirdiği okçular zaten soğuk hava yüzünden aşırı miktarda zayiat veren Çinlileri kıyıma uğratıyor ve şehre yaklaştırtmıyordu. Çin ordusu yenilmişti.

Barış

Gerideki askerlerin yapabilecek bir şeyleri kalmadığını öğrenen Gao Zu kendisini barış antlaşmasıyla kurtarabileceğini anlamış ve Mete’ye elçiler göndermişti. Savaşın bütün üstünlüklerini elinde tutan Mete Han, Çin’in kuzeyini ve yıllık olarak yüklü miktarda altın pirinç ve ipek istiyordu. Mete’nin şartlarını öğrenen Gao Zu bu şartları reddetti çünkü bu antlaşma Çin için intihar demekti. Antlaşmayı reddeden Gao Zu resmen öleceği günü beklemeye başlamıştı. Acelesi olmayan Mete’yse Baideng ’i uzun zaman kuşatabilirdi. Ama bu çıkarlarına uymazdı çünkü göçebe olan Hunlar şehirlerde kültürlerini kaybeder ve kalabalık Çin şehirlerinde asimile olabilirlerdi. Mete bu durumu değerlendirerek Çin için daha uygun bir teklif yapabileceğini Gao Zu’ya iletti. Şartlar şöyleydi: Türkler sadece savaşın o anına kadar fethettiği toprakları alacak, kuzeydeki ticaret yollarını tutacak ve Çinli tüccarlar sadece bu yolları kullanabileceklerdi ve Çin’den yine yıllık vergileri alacaktı.

Canı burnuna gelmiş ve antlaşmayı kabul etmezse öleceğini bilen Gao Zu istemeyerek de olsa antlaşmayı kabul etti. Mete’nin antlaşmasında bir madde daha vardı: Han Xin… Mete kendisine boyun eğen komutanı unutmamış ve onu idam cezasından kurtararak ödüllendirmişti. Savaş sonunda bitmişti. Gao Zu utanç verici bir mağlubiyet yaşarken kasırga gibi at süren yıldırım gibi ot atan kılıçları vücutlarından bir parça gibi kullanan bu buduna bir daha karışmamaya kendi kendine söz vererek kale içinden utançla askerleriyle çıkmış ve başkentinin yolunu tutmuştu. Mete ve çerileriyse keyifliydi. Ozanlar kopuzlara vuruyor, yemekler pişirilip güreşler tutuluyordu. Sayıca yağısından 16 kat az olan Türkler büyük bir galibiyet kazanmıştı. Artık sadece savaşçı değil ticaret yollarını da ellerinde tutan bir devlet haline gelerek bölgenin en güçlüsü olmuşlardı. Dünya ordularının başbuğu, Türklerin en kudretli hükümdarı Mete tarihe altın harflerle geçecek bir zafer kazanmıştı. Tarihin sayfalarına bunlar yazılırken Mete ileride kazanacağı zaferleri düşünüyordu… 

KAYNAKÇA: WIKIPEDIA, TRT BELGESEL 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir