Felsefe üzerine bir yazı yazmak çoğu zaman anlaşılamama riskini de beraberinde taşır. Çünkü toplum olarak felsefenin anlaşılmazlığı üzerine nerdeyse sözbirliği etmişçesine önyargılarımız hemen devreye girer. Ortak bir felsefe tanımı yapmak da içerik anlamında zordur. Felsefe deyince genel anlamda bir sorgulama çabası, arayış, merak, yaşamın anlamını aramak akla ilk gelenlerdir. Tanım anlamıyla Evreni, insanı, yaşamı ve değerleri anlama ve anlamlandırma arayışı felsefe olarak tanımlanabilir.
İnsanların ilk defa ilkel dinlerden ve Mitolojilerden bağımsız olarak özgür düşünmeye başlamaları ilk felsefi düşünceleri de beraberinde getirmiştir. İlk akılcı düşünme dediğimiz bu düşünme tarzı aynı zamanda mitolojilerle de iç içedir. Mitolojiler insanların doğayı ilk anlamlandırma, yaşamına, anlam katma çabalarının bir sonucu olarak halk arasında sözlü edebiyat aracılığıyla yaygınlaşmış olağanüstü hikâyelerdir. Her halkın kendine göre uydurduğu bu hikâyeler halkların ortak tarihsel mirasını da yansıtır.
Sevgi
Sevginin kökeni üzerine birçok kaynak bulunabilir. Fakat bu konuda başvuru yapabileceğimiz en kapsamlı alan yine felsefe olacaktır. Çok iyi biliyoruz ki sevgi, insan yaşamının en vazgeçilmez öğesidir. İnsan bu dünyaya sevgi sayesinde anlam katar. Karşı cinse olan sevgisinden, çocuk sevgisine, hayvan sevgisinden, doğa sevgisine ve nihai olarak tanrısal aşka dönüşen bir sevgi sarmalı içerisindeyiz. Belki de insanı yaşama bağlayan en güçlü aidiyet duygusu, bu çevremizdeki yaşanılan sevgi duygusudur. Bu konuda felsefi bir öyküden faydalanarak konumuza geçebiliriz. Öykünün kaynağı Antik çağın en büyük filozoflarından birisi olan Platon. Gerek yaşadığı dönemde gerekse ölümünden sonra felsefe tarihini önemli ölçüde etkilemiş bir filozoftur. Platon kitabında Sevgiyi mitolojik birtakım öğelerle anlatmaktadır.
Platon – Şölen
Sevginin kökeni konusunda gayet iddialı olan bu öykü, Platon ’un Şölen isimli kitabında geçmektedir. Öyküde insanın bir evrim geçirdiğinden bahsedilir. İnsan aslında neydi, ne oldu? Önce bunu bilmemiz gerek. Çünkü bir zamanlar insan soyu şimdiki gibi sadece erkek ve kadın olarak ikiye ayrılmıyordu. Öyküye göre her ikisini de içine alan bir üçüncü tür daha vardı. Bu türün kendisi zamanla kayboldu. Androgynous denen bu türün adı gibi cinsiyeti de hem erkek hem kadındı. Bu insanlar yuvarlak sırtları ve göğüsleriyle tostoparlak bir şeydi. Her birinin dört eli ve bir o kadar da bacağı vardı. Yuvarlak boyunları üzerinde birbirine tıpatıp eşit ama ters yöne bakan, iki yüz bulunan kafaları; dört tane de kulakları vardı. Bütün organları ikişer taneydi.
Bu insanlar zamanla kendilerini yaratan tanrılara karşı gökyüzüne tırmanıp karşı koymaya çalışınca tanrıları kızdırmışlar. Bu isyan karşısında Zeus ve öbür tanrılar görüşerek bir karara varıyorlar. Zeus bu yaratıkları ikiye bölüp hem zayıf düşüreceklerini hem de çoğalarak daha faydalı olacaklarını söyler. Böylece iki bacak üstünde daha rahat yürüyeceklerini anlatır, aynı zamanda tanrılara karşı gelmenin cezasını da çekmeliydiler. Tanrıların bu kararının hemen ardından, bir meyveyi kurutmak için ikiye böler gibi insanları tutup ikiye böler. Zeus, kesilen yerlerini görsünler ve bundan ders alsınlar diye Apollon ’a kestiği yaratıkların yüzlerini, boyunlarını tersine çevirmesini söylemiş. Ve yaralarını iyileştirmesini buyurmuş. Her bir parçayı dünyanın farklı bölgelerine atmış.
Birbirini Arayan İki Parça
Derler ki: Dünyanın farklı bölgelerine atılan bu iki parça sürekli kendi eşini arar. İnsan birini severken mutlaka karşıdaki eşini arama arayışı içerisindedir sürekli. İşte böyle ikiye ayrılan insanlar, diğer yanlarını özleyip arzu ederler. Kollarıyla birbirine sarılıp yeniden bir bütün haline gelme isteğiyle kucaklaşırlar. İnsan bugünkü aşk arayışında da hep bu diğer yarısını bulma arayışı içerisindedir.
Sevdiğimiz bir insanın bizim diğer yarımız olmadığını kim söyleyebilir? Âşık olduğumuz insanla bütünleşme hissi acaba kaybettiğimiz diğer yarımızı arama hissi niye olmasın? Bilinçaltımızda hep diğer yanımıza ulaşma isteği neden geçmişte bir yarımızı kaybettiğimiz ve bunun acısıyla diğer yarısını arama çabamıza denk gelmesin? Nazım Hikmet’in dediği gibi: Aslında bir elmanın yarısı gibiyiz. Kaybettiğimiz yarıyı arama çabası içerisindeyiz hep. Yazımızı Nazım Hikmet’in Şiiriyle noktalamak anlamlı olacaktır.
Bir elmanın yarısı biz
yarısı bu koskoca dünya.
Bir elmanın yarısı biz
yarısı insanlarımız.
Bir elmanın yarısı sen
yarısı ben
ikimiz…